Öldür Yeter









1
Kurşunlar uçuşmaya başladığı vakit, bir askerin korkuya kapılması an meselesidir.
Ne yapabilirsin ki, havada vızıldayarak geçen demirden bir ölüm.
Uzaktaki mermiler basık ve bulanık bir şekilde, duymaktan çok hissedilen içi boş bir ses gibi gürler. Yakından geçenler yüksek ve net bir şekilde çınlar. Diş gıcırdatan bir sesle bağırırlar ve size doğru gelenlerin onlar olduğunu anlarsınız. Toprağa derinlemesine saplanıp havada asılı duran ve bir sonraki merminin gelmesini bekleyen bir toz perdesi savururlar.
Binlerce mermi —parmak boyutundan pek de büyük olmayan metal dilimleri— gökyüzünü yakıp geçiyor ve sizi öldürmek içinse sadece bir tanesi yetiyor. En iyi arkadaşınızı, dumanı üstünde bir et parçasına dönüştürmek için de sadece bir tanesi yetiyor.
Azrail geliyorum demez, bir kalp atışıyla gelir ve kimi götüreceği hiç belli olmaz.
Hemen götürdüğü askerler —ne olup ne bittiğini anlayamadan— şanslı olanlardır. Çoğu acı çekerek ölür, kemikleri paramparça hâle gelir, organları lime lime olur ve toprağa bir kan gölü yayılır. Azrail'in arkalarından yaklaşıp buz gibi elleriyle, hayatın kalan damlalarını sıkmasını, o çamurda yapayalnız beklerler.
Eğer bir cennet varsa, soğuk bir yer olsa gerek. Karanlık bir yer. Issız bir yer.




Dehşete kapılmıştım.
Sert parmaklarımla tetiği kavrıyorum; kollarım, düşmanımın üzerine alev alev yanan bir demir yağmuru yağdırırken titriyor.  Ben ateş ettikçe de tüfeğim tepiyor. Pat. Pat. Pat. Kalbimin atışından daha hızlı bir atış. Bir askerin ruhu bedeninde değildir. Tüfeğindedir. Namlu yalazlanana kadar ısınır; ısı korkuyu, öfkeye dönüştürür.
Komutanları ve onların hava desteği için uydurdukları acınası bahaneyi sikeyim!
Bir sike yaramayan tulumları ve işler ters gitmeye başladığında hiçbir değeri kalmayan planları sikeyim!
Sol kanattan geri çekildikleri için topçuları sikeyim!
Az önce kendini öldürten o piçi de sikeyim!
Ve hepsinden de öte, beni vurmaya çalışan ne var ne yoksa alayını sikeyim! Öfkeni demir bir yumruk gibi kullan ve suratlarını parçala.
Hareket etmeye devam ederse, sik!
Hepsini öldürmek zorundayım. Hareket etmelerine izin verme.




Kenetlenmiş dişlerimin arasından bir çığlık yükseldi.
Tüfeğim dakikada 450 tane 20mm kurşun atabiliyor, yani bir şarjörü kolayca eritebiliyor. Bu yüzden geri çekilmenin bir anlamı yok. Öldüğünde ne kadar cephane kaldığının bir önemi yok. Şarjörü yenileme zamanı.
“Şarjörü yenile!”
Bağırdığım asker çoktan ölmüştü. Verdiğim talimat havada anlamsız bir cızırtıyla kaybolup gitti. Tetiğimi tekrar çektim.
Silah arkadaşım Yonabaru, atılan ilk mermilerden —şu javelinlerden— birisini yedi. Yara bile almadan ceketini yırtıp geçti. Merminin ucu kan, yağ ve garip bazı sıvılarla kaplanmıştı. Ceketi yaklaşık on saniye boyunca bir danse macabre yaptı ve ardından hareket etmeyi kesti.
Sıhhiye çağırmanın hiçbir anlamı yoktu. Göğsünün hemen altında, genişliği neredeyse iki santimetreyi bulan bir delik vardı ve bu delik sırtına doğru uzanıyordu. Sürtünme, yaranın kenarlarını yakmış, etrafında dans eden donuk turuncu bir alev bırakmıştı. Bütün bunların hepsi taaruz emrinden sonraki ilk dakika içerisinde olup bitivermişti.
O, en siktiriboktan şeylerden bile üstünlük taslamayı seven ya da bir polisiye dizisinin daha ilk bölümünü bitirmeden suçu kimin işlediğini söyleyen türden bir adamdı. Ama ölmeyi hak etmiyordu.
Benim müfrezem —146 askerlik 17. Bölük, 3. Tabur, 12. Alay, 301. Zırhlı Piyade Tümeni— Kotoiushi Adası'nın kuzey ucuna takviye için gönderilmişti. Düşmanın sol kanadını arkadan pusuya düşürmek için bizi helikopterlerle getirdiler. Görevimiz, cephe ordusu, kaçınılmaz bir biçimde onları geri püskürtmeye başladığında kaçanları yok etmekti.
Anlaşılan kaçınılmazlık buraya kadarmış.
Yonabaru daha savaş başlamadan ölmüştü.
Acaba çok acı çekmiş midir ki?
Neler olduğunun farkına vardığım zaman, müfrezem savaşın tam ortasındaydı. Hem düşmandan hem de kendi askerlerimizden kurşun yiyorduk. Çığlık, ağlama ve "Siktir!" duyabildiğim tüm seslerdi. Siktir! Siktir! Siktir! Küfürler de en az mermiler kadar yoğun bir şekilde uçuşuyordu. Bölük komutanımız ölmüştü. Çavuşumuz ölmüştü. Destek helikopterlerinin pervane sesleri çoktan kesilmişti. Telsizler kesilmişti. Bölüğümüz paramparça olmuştu.
Halen yaşıyor olmamın tek nedeni, Yonabaru hücum ettiğinde siper almamdı.
Diğerleri yerlerini almış savaşırken, ben ceketimin içine saklanmış, bir yaprak gibi titriyordum. Bu koruyucu tulumlar, dünyanın kıskandığı bir Japon kompozit çelik plakasından yapılmıştı. Bir mermi ilk katmanı geçse bile, ikinci katmanı asla geçemeyeceğini düşünmüştüm. Eğer yeterince ortalıkta gözükmezsem, dışarı çıktığımda düşman gitmiş olacaktı. Değil mi?
Korkudan ödüm bokuma karışmıştı.
Acemi birliğinden yeni çıkmış her acemi gibi ben de tüfek ateşleyebilir veya kazık çakabilirdim ama yine de bunu nasıl yapacağımı bilmiyordum. Herkes tetiği çekebilir. Bam! Peki ya ne zaman ateş edeceğini, etrafın sarıldığında nereye ateş edeceğini bilmek? İlk defa savaş hakkında hiçbir şey bilmediğimi fark ettim.
Bir javelin daha kafamı teğet geçti.
Ağzıma bir kan tadı geliyordu. Demir tadı. Halen yaşıyor olduğumun kanıtıydı.
Eldivenlerimin avuç içi, nemli ve kaygandı. Ceketimin titreşimleri, bataryasının bitmesine az kaldığını işaret ediyordu. Yağ kokusu alıyordum. Filtrem gidiciydi ve savaş alanının pis kokusu elbisemin içine işliyordu, düşman cesetlerinin kokusu tıpkı buruşmuş yaprakların kokusuna benziyordu.
Bir süredir belimden aşağısını hissetmiyordum. Bana vurdukları yerin acıması gerekirdi ama acımadı. Bunun iyi mi kötü mü olduğunu bilmiyordum. Acı, henüz ölüp ölmediğini anlamanı sağlar. Hiç değilse, tulumumdaki sidik için endişelenmeme gerek kalmamıştı.
Termobarik bombalar bitti. Yalnızca 36 tane 20 mm'lik mermi kaldı. Şarjörün boşalmasına da beş saniye kaldı. Roketatarım —ki zaten her birimize sadece 3 roket veriyorlardı— ben daha siktiğimin şeyini ateşleyemeden kendiliğinden kayboluverdi. Başımda takılı duran kameram heba oldu, sol kolumdaki zırh parçalandı ve tam güçteyken bile Ceket sadece %40 oranında performans sağlıyordu. Mucizevi bir şekilde, sol omzumdaki kazık çakıcı tek bir çizik bile almadan sağlam kalmıştı. 
Kazık çakıcı, tungsten karbür kazıkları ateşlemek için patlayıcı bir dolum kullanan yakın dövüş silahıdır—sadece kol mesafesindeki düşmanlara karşı etkilidir. Patlattığı barut fişeklerinin her biri bir insan yumruğu büyüklüğündedir. Doksan derecelik bir çarpma açısında, ona dayanabilecek tek şey bir tankın göğüs zırh plakasıdır. Bana şarjörün yalnızca 20 mermi alabildiğini ilk söylediklerinde, kimsenin bu kadarını kullanabilecek kadar uzun yaşayabileceğini düşünmemiştim. Yanılmıştım.
Benimkinin 4 mermisi kalmıştı.
16 kez ateş ettim ve 15’ini ıskaladım—belki de 16’sını.
Tulumumdaki baş üstü ekranı yamulmuştu. Yamulduğu kısımda hiçbir şey göremiyordum. Tam önümde öylece duran bir düşman olabilirdi ve ben bunu asla fark edemezdim.
Cekete alışkın bir gazinin kamerayı bile kullanmadan etrafı görebileceğini söylerler. Savaşta gözlerden fazlası gerekir. Darbenin, kil ve metal katmanlardan geçip vücudunuza girdiğini hissetmeniz gerekir. Tetiğin çekilişini hissetmeniz gerekir. Botlarınızın tabanından zemini hissetmeniz gerekir. Göstergelerden oluşan bir kaleydeskoptan sayıları alıp sahanın durumunu anında öğrenmeniz gerekir. Ama ben bunların hiçbirisini yapmadım. İlk savaşına çıkan bir acemi her boku bilir.
Nefes al. Nefes ver.
Tulumum ter kokuyordu. Leş gibi bir koku. Burnumdan sümük akıyordu ama silemiyordum.
Ekranımın yanındaki kronometreyi kontrol ettim. Savaş başladığından beri 61 dakika geçmişti. Ne boktan bir zamandı. Sanki aylardır savaşıyor gibiydim.
Sağa sola. Yukarı aşağı baktım. Eldivenimin içinde yumruğumu sıktım. Çok fazla güç kullanmamam gerektiğini kendime hatırlattım. Aşırıya kaçarsam, hedefim sapabilirdi.
Doppler'i kontrol edecek zaman yoktu. Ateş edip unutmanın tam zamanı.
Tak tak tak tak tak!
Bir toz bulutu yükseldi.
Düşmanın kurşunları, başımın üzerinden adeta bir rüzgâr gibi geçip gidiyordu ama benim mermilerim namluyu terk ettikten sonra sanki düşman onları kendi isteğiyle uzaklaştırmış gibi yön değiştiriyordu. Talim çavuşumuz silahların böyle komik olabileceğini söylemişti. Bana sorarsanız, düşmanın da üzerlerine yağan mermilerin sesini duyması daha adil olurdu. Azrail'in nefesini ensemizde hissetme sırası hem dost hem düşman, hepimize gelmeli.
Peki ya, Azrail'in yaklaşımı insan olmayan bir düşmana nasıl gelirdi? Hiç korku hissederler miydi?
Düşmanlarımız—Birleşmiş Savunma Kuvvetleri'nin düşmanları— canavarlardı.
Silahımın mermisi bitmişti.
Toprak kahverengisi pusun içinde biçimsiz bir küre silüeti belirdi. Bir insana göre daha kısaydı. Muhtemelen ceketli bir askerin omzuna kadar geliyordu boyu. Eğer insan dik duran ince bir sırıksa, bir Taklitçi de esaslı bir fıçı—en olmadı,  dört uzuvlu ve kuyruklu bir fıçı—olurdu. Boğulmuş bir kurbağanın şişmiş cesedi gibi bir şey derdik. Deney farelerinin anlattıklarına göre, denizyıldızlarıyla daha çok ortak noktaları var, tabii bu sadece bir ayrıntıydı.
Bir insana göre daha küçük bir hedef oldukları için doğal olarak vurulmaları daha zordur. Boyutlarına karşın bizden daha ağırdırlar. Amerikalıların burbon damıtmak için kullandıkları büyük boy fıçılardan birini alıp içini ıslak kumla doldursaydınız, yaklaşık olarak aynı ağırlıkta olurlardı. %70'i su olan bir memelinin hayal edebileceği türden bir kütleye sahip değiller. Uzuvlarından herhangi birisinin tek bir darbesi, bir insanı binlerce küçük parçaya ayırabilir. Vücut deliklerden fırlattıkları javelin mermileri, ancak 40mm'lik mermilerin gücüne eşdeğerdir.
Onlarla savaşmak için, kendimizi daha güçlendiren makineler kullanıyoruz. Mekanize zırh ceketlerine—bilimin en yeni ve en iyisi—bürünüyoruz. Kendimizi çelik kirpi derisine sarıyoruz, böylece yakın mesafeden ateşlenen bir pompalı bile çizik bırakamıyor. Taklitçiler ile bu sayede yüzleşebiliyoruz ve halen üstün gelebiliyoruz.
Taklitçiler, kendi yavrularını koruyan bir ayıyla ya da aç bir aslanın bakışlarıyla karşı karşıya geldiğinizde beklediğiniz içgüdüsel korkuyu vermezler. Taklitçiler kükremezler. Görünüşleri korkutucu değildir. Kendilerini daha korkutucu göstermek için kanatlarını açmaz ya da arka ayakları üzerinde durmazlar. Basitçe makinelerin acımasızlığıyla avlanırlar. Kendimi karşıdan gelen bir kamyonun farlarına yakalanıp donup kalmış bir geyik gibi hissettim. İçinde bulunduğum duruma nasıl düştüğümü anlayamıyordum.
Mermim bitmişti.
Hoşça kal, anne.
Sikik bir savaş alanında öleceğim. Tanrının unuttuğu bir adada, ne arkadaşım, ne ailem, ne de sevgilim olmadan. Acı, korku ve korku yüzünden kendi bokuma bulanmış bir şekilde. Bana doğru koşan piçi savuşturmak için elimde kalan tek silahı bile kaldıramıyorum. Sanki içimdeki tüm ateş son mermimle birlikte sönmüş gibiydi.
Taklitçi benim için geliyor.
Azrail'in nefes alışını kulağımda duyabiliyorum.
Sureti baş üstü ekranımda kocaman gözüküyor.
Şimdi onu görüyorum; bedeni kanlı bir kızıla boyanmış. İki metre uzunluğundaki devasa tırpanı da yine aynı renkte. Aslında bir tırpandan çok bir savaş baltasına benziyor. Dost ve düşmanın aynı toz rengi maskeyi taktığı bu dünyada, her tarafa metal kızılı bir parıltı saçıyor.
Azrail ileri atıldı, bir Taklitçi'den bile daha hızlıydı. Kıpkırmızı bir bacak tekme atıyor ve ben de uçuyorum.
Zırhım ezildi. Nefes almayı bıraktım. Gökyüzü ile toprak yer değiştiriyor. Ekranım kırmızı uyarılarla dolup taşıyor. Kan öksürerek uyarıların geri kalanını zahmetten kurtarıyorum.
Derken, kazık çakıcım infilak etti. Patlama, beni en az on metre havaya fırlattı. Ceketimin arkasındaki zırh plaka parçaları etrafa saçıldı. Baş aşağı düştüm.
Azrail savaş baltasını savuruyor.
Metal, kesilemez olanı keserken çığlıklar atıyor. Balta, durmak için gıcırdayan bir yük treni gibi haykırıyor.
Taklitçi'nin kabuğunun havada süzüldüğünü görüyorum.




Taklitçi'nin hareketsiz bir yığına dönüşmesi için tek bir darbe yetmişti. Açılan yarasından kül rengi bir kum akıyordu. Yaratığın her iki yarısı da kendi garip ritmini koruyarak titredi ve seğirdi. İnsanlığın en büyük teknolojik icatlarının bile zar zor çizik atabildiği bir yaratık, bin yıl öncesinden kalma bir barbar silahıyla tarumar olmuştu.
Azrail yavaşça dönüp bana baktı.
Ekranımı kaplayan kırmızı uyarı ışıklarının arasında yeşil bir ışık yanıp söndü. Gelen, dostane bir mesajdı.   “. . . iyi . . . misin?” Bir kadın sesiydi. Gürültüden ne dediği anlaşılması olanaksızdı. Ayakta duramıyordum. Ceket de, ben de bitmiştik. Sağ tarafa doğru dönebilmek için tüm gücümü harcadım.
Daha yakından baktığımda, aslında Azrail Meleği'nin yanında olmadığımı fark ettim. Ceket giymiş başka bir askerdi sadece. Benimkine pek benzemeyen bir ceketti; normalde kazık çakıcının olması gereken yerde devasa bir savaş baltası vardı. Omzundaki amblemde 'JP' yerine 'U.S.' yazıyordu. Kum ve kahve telvesi renginden oluşan alışılagelmiş çöl kamuflajı yerine tulumu baştan aşağı metalik kızıl renginde parlıyordu.
Metal Zırhlı Sürtük.
Onun hakkında söylentiler duymuştum. Nerede olursa olsun hep aksiyon peşinde koşan bir savaş bağımlısıydı o. Söylentilere göre o ve ABD Ordusu'nun Özel Kuvvetler ekibi, şimdiye kadarki tüm Taklitçi leşlerinin yarısını öldürmüşlerdi. Belki de, bu kadar çok savaş görüp bunu anlatacak kadar hayatta kalabilen birisi sahiden de Azrail Meleği'ydi.
Elinde savaş baltasını tutmakta olan, alev alev parlayan kızıl ceket bana doğru gelmeye başladı. Eli aşağı uzandı ve omuzluğumdaki krikoyu yokladı. İrtibat telsiziydi.
“Bilmek istediğim bir şey var.”
Billur gibi berrak sesi, tulumumu doldurdu. Yumuşak ve hafif tınısı, iki metrelik baltası ve onunla yarattığı kıyımla ters düşüyordu.
“Japonya'da, yemeklerden sonra yeşil çay ikram ettikleri doğru mu?”
Düşmüş Taklitçi'den dökülen iletken kum, rüzgârda dans ederek dağıldı. Uçuşan mermilerin uzaktan gelen naralarını duyabiliyordum. Bir savaş alanıydı burası; Yonabaru, Yüzbaşı Yuge ve müfrezemin geri kalanının öldüğü kavrulmuş bir çöldü burası. Çelik mermi ormanı. Tulumunuzun kendi sidik ve bokunuzla dolduğu bir yer. Kendinizi kan ve pislik batağına soktuğunuz bir yer.
“Her okuduğuma inandığım için başım belaya girdi. Bu yüzden temkinli davranıp buralı birine sorayım dedim,” diye devam etti.
Burada, yarı ölü, boka bulanmış bir haldeyim ve sen çay hakkında konuşmak mı istiyorsun?
Kim birinin üstüne üstüne yürüyüp onu yere serer ve sonra da çay hakkında soru sorardı? Kafasından neler geçiyordu ki? Ona aklımdan geçenleri söylemek istiyordum ama kelimeler kifayetsiz kalıyordu. Söylemek istediğim kelimeleri aklımdan geçirebiliyordum ama ağzım nasıl konuşacağını unutmuştu—bir sürü küfür ağzımdan çıkmak üzereydi.
“Kitaplarla ilgili bir şey bu. Çoğu zaman yazar ne hakkında yazdığını bilmez—özellikle de savaş romanı yazarları. Şimdi, elini tetikten çekip derin bir nefes almaya ne dersin?”
İyi fikir. Tekrar net görmeye başlamam bir dakikamı aldı. Bir kadın sesi beni her zaman sakinleştirirdi. Savaşta bıraktığım sancı, bağırsaklarıma geri döndü. Ceketim kaslarımdaki krampları yanlış algılayarak tulumumun hafif bir spazm geçirmesine neden oldu. Yonabaru'nun ölmeden hemen önce yaptığı dansı düşündüm.
“Çok mu acıyor?”
“Sence?” Cevabım boğuk bir fısıltıdan öteye gidemedi.
Kızıl ceketli önümde eğildi ve karnımın üzerindeki parçalanmış zırh plakasını inceledi. Cüret edip bir soru sordum. “Savaş ne durumda?”
“301. bölük telef oldu. Ana hattımız toparlanmak için kıyıya çekildi.”
“Peki ya senin bölüğün?”
“Onlar için endişenmene gerek yok.”
“Peki . . . nasıl görünüyorum?”
“Ön tarafı delmiş ama arka zırh plakası onu durdurmuş. Feci yanmış.”
“Ne kadar feci?”
“Çok feci.”
“Hay sikeyim.” Gökyüzüne baktım. “Hava açmaya başlıyor gibi.”
“Evet. Buradaki havayı seviyorum.”
“Neden?”
“Hava açık. Açık havada adaları kimse beğenmez.”
“Ölecek miyim?”
“Evet,” dedi bana.
Gözlerimin dolduğunu hissettim. O an, miğferimin, yüzümü gizlediği için minnettardım. Utancımı gizliyordu.
Kızıl ceketli başımı hafifçe kavramak için manevra yaptı. “Adın ne? Rütben ya da sicil numaran değil. Adın.”
“Keiji. Keiji Kiriya.”
“Ben Rita Vratsaki. Ölene kadar yanında kalırım.”
Duymayı istediğim başka bir şey söyleyemezdi ama bunu görmesine izin veremezdim. “Kalırsan sen de ölürsün.”
“Bir nedeni var. Sen öldüğünde Keiji, ceketinin bataryasını alacağım.”
“Çok soğuk”
“Karşı koymana gerek yok. Rahatla. Bırak kendini.”
Elektronik bir kısma sesi duydum—Rita'nın miğferinden gelen bir iletişim sinyaliydi. Bir erkek sesiydi. Ceketlerimiz arasındaki bağlantı sesi otomatik olarak bana iletti.
“Şef Damızlık'tan, Belalı Köpek'e.”
“Anlaşıldı.” Her şey yolunda.
“Alfa Bölgesi ve çevresi kontrol altında. Tahminen en fazla 13 dakika tutabiliriz. Pizzayı teslim alma zamanı.”
“Belalı Köpek, anlaşıldı. Buradan sonrası sessizlik.”
Kızıl ceket ayağa kalktı ve iletişim bağlantımız koptu. Arkasında bir patlama gürledi. Yerin, omurgam boyunca sarsıldığını hissettim. Havadan lazer güdümlü bir bomba düşmüştü. Toprağın derinliklerine girdi ve patlamadan önce dip kayayı deldi. Kumlu beyaz zemin çok pişmiş bir krep gibi kabardı; yüzeyi çatlayarak akçaağaç şurubu rengindeki koyu toprağı havaya püskürttü. Bir çamur yağmuru zırhıma sıçradı. Rita'nın savaş baltası aydınlıkta parlıyordu.
Toz dağıldı.
Patlamanın bıraktığı devasa kraterin ortasında kıvranan bir kütle görebiliyordum: düşman. Radar ekranımda kırmızı ışık noktaları belirdi, o kadar çoklardı kı her nokta bir diğerine değiyordu.
Rita'nın başını salladığını gördüm sandım. İleri atıldı, savaş alanında süzülüyordu. Baltası yükselip alçaldı. Her parladığında bir Taklitçi'nin kabuğu uçuyordu. Yaralarından akan kumlar, baltasının izlediği kasırgaların üzerinde spiral çiziyordu. Onları bir lazerin tereyağı kesmesi gibi kolayca kesti. Hareketleriyle etrafımda bir daire çizerek beni koruyordu. Rita ve ben aynı eğitimden geçmiştik ama ben pili bitmiş yerde yatan aptal bir oyuncak gibiyken, o bir juggernaut gibiydi. Kimse beni burada olmaya zorlamamıştı. Kendimi bu çorak savaş alanına ben sokmuştum ve kimseye gram faydam dokunmuyordu. Yonabaru'nun yanında olsam daha iyiydi. En azından, beni korumaya çalışan başka bir askeri tehlikeye atmamış olurdum.
Kazık çakıcımda 3 mermi kalmışken ölmemekte kararlıydım.
Bir bacağımı kaldırdım. Bir elimi dizime koydum.
Ayağa kalktım.
Bağırdım. Devam etmek için kendimi zorladım.
Kızıl ceketli bana döndü.
Kulaklığımdan bazı sesler duydum ama ne söylemeye çalıştığını anlayamadım.
Sürüdeki Taklitçiler'den birisi diğerlerinden farklıydı. Diğerlerinden pek farklı görünmüyordu. Sadece boğulmuş, şişmiş bir kurbağa gibiydi. Ama onu diğerlerinden ayıran bir şey vardı. Belki de ölüme olan yakınlığım, hislerimi bilemişti ama içimden bir ses savaşmam gerekenin o olduğunu söylüyordu.
Ben de öyle yaptım. Taklitçi'nin üzerine atladım ve o da kuyruğuyla bana saldırdı. Vücudumun hafiflediğini hissettim. Kollarımdan biri kesilmişti. Sağ kolumdu—soldaki kazık çakıcıyı serbest bırakmıştı. Şanslıydım. Tetiği çektim.
Şarjör mükemmel bir doksan derecelik açıyla ateşlendi.
Bir atış daha. O şeyin kabuğunda bir delik açıldı.
Bir atış daha. Bayılmıştım.

Yorumlar